Lacancı Psikanalizde İyileşme: Semptomdan Arzuya Bir Yolculuk
- çağdaş yapıcıoğlu

- 8 Tem
- 5 dakikada okunur
Psikanalizin iyileştirici gücü, Jacques Lacan'ın 1958 tarihli "Tedavinin Yönü ve Gücünün İlkeleri" metninde derinlemesine incelenen temel bir sorudur: Psikanaliz gerçekten tedavi eder mi, ve eğer ediyorsa, bunu nasıl başarır? Hızlı bir yanıt "Evet, psikanaliz iyileştirir" olsa da, Lacancı yaklaşımın özgünlüğü bu iyileşmenin niteliğinde gizlidir. Lacan'a göre, psikanaliz sadece tedavi etmekle kalmaz, "daha fazlasını da yapar." Bu "daha fazlası," analitik süreçte filizlenen, öznenin analiz öncesinde talep dahi etmediği jouissance'ın ve arzunun dönüşümüdür. Zira Lacan, nevrozu "hasta bir arzu" olarak tanımlar. Nevroz aynı zamanda bir sorudur. Bu iki kavramsallaştırma analizin yönünü belirler: İyileştirmekten ziyade, nevrozun (öznenin) arzusuna yönelmek ve özneye soru oluşturan şeye odaklanmaktır. Psikanaliz, arzuya şifa, soruya ise yanıt bulmaya çalışır. Bu, çoğu analizan için semptomdan kurtulmaktan daha öte, varoluşun kalbinde atan bir can damarıdır: Kendi arzusuyla bağ kurabilmek ve ömrü boyunca rahatsız eden, farkında dahi olmadığı bir soruyu açığa çıkarıp yanıtlayabilmek. Esasen psikanalizdeki iyileşme, öznenin konumundaki dramatik bir değişimidir.
Semptomun Anlamı ve Analizin Sınırları
Analiz sürecindeki özne zamanla iyileşmeyi hedeflemekten vazgeçer, semptom bir kenarda beklemeye başlar ve analizine başka bir şeyle, yani arzusuyla devam eder. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, semptomuyla gelen özne, analizle her şeyinden iyileştirilemez. Psikanalizin dahi yapamayacağı şeyler vardır; örneğin, özne "gerçeğinden" iyileştirilemez. "Gerçek" her daim oradadır, tekrar tekrar öznenin karşısına çıkacaktır. Psikanalizin yapabileceği şey, eğer bu "gerçek" bir kaya ise, öznenin bunu görmesi, bilmesi, tanıması ve onunla nasıl ilişkilenebileceğine karar verebilmesidir. Kuşkusuz ki söz konusu değişim, öznenin bu kayaya bir koç misali tekrar tekrar toslamasından yeğdir. Lacancı psikanalizin bu yönüyle epistemolojik bir duruşu vardır. Analiz, bir yere kadar öznenin önünü açar, olasılıklara hassas olmasını sağlar, bilmesini sağlar ve karanlıkta kalan şeyler gün ışığına çıkarılabilir. Analist, tedaviyi bu şekilde yönlendirir, fakat asla analizanı yönlendirmez veya telkinde bulunmaz. Freud'un hipnozu, yani telkini terk etmesinin nedeni tam da buradadır: Analizan sorunlarının dış kaynaklı değil, içsel ve bilinçdışı bir kaynaktan geldiğini görmüş ve hiçbir telkinin tedavi edici olmadığını çok erken bir tarihte anlamıştı. Dolayısıyla, psikanalizin yönü dış kaynaklı ve telkine dair değil, içe ve bilinçdışına yöneliktir. Freud'un ünlü vakası Dora'ya sorduğu soru bunu en açık şekilde ifade eder: "Peki bütün bu şikayet ettiğin şeylerde senin payın nedir?"
Öznenin Sorumluluğu ve Bilinçdışının Rolü
Özne, şikayet ettiği sorunlarıyla paydaştır. Analiz sürecinde, sorunların sebebinin de kendisinde olduğunu anlayacaktır. Sorun da, çözüm de öznededir. Seçimlerin, kaderin, semptomların altında bilinçdışı nedenler yatar. Hiç değişmeyeceğini düşündüğü bu yazgı, aslında semptomlarının kökeninde ve bilinçdışındadır. Bunun değişimi için analizde bilinçdışı formasyonlar hedeflenir. Öznenin sürekli çarptığı "gerçeğe" ve ona ekran olan "fantezi," bu sayede ele alınabilir. Analiz içerisinde, öznenin dünyayı nasıl gördüğü açımlanır, bu pencereye dair öznenin seçimi sorgulanmaya ve düşünülmeye başlanır. Açık hipotez şudur: Şikayet ettiğimiz şey bizde ve bizden ise, çözümü kimsede değil ise, nasıl baktığımız ve bakışımızın ardındaki çerçeveler önem kazanır. Bu pencereye bilinçli veya bilinçsiz her zaman özne karar vermiştir. O halde, semptomun oluşumunda öznenin kendi payı vardır. Özne, semptomundan sorumludur ve hatta semptomunun merkezindedir.
Şayet özneyi arıyorsak ve onunla çalışacaksak, öncelikle semptomu bilinmelidir . Colette Soler'in ifadesiyle, "semptom bir işarettir." Semptom, öznenin işaretidir. Analizde semptom sadece konuşulan değil, aynı zamanda konuşturan şeydir. Analizin hedefi semptomun iyileştirilmesi veya ortadan kaldırılması değil, tam aksine, dillendirilmesi ve dile gelmesidir. Bu yolla bilinçdışı konuşur ve analizin olanağı belirir. Bu esas çerçevesinde, semptomun bir ayağının arzuda, diğer ayağının ise jouissance'ta olduğu söylenilebilir. Semptomun bu "düğüm" niteliği, analiste öznenin arzusu ve jouissance'ı hakkında bilgi verecek ve bu sayede tedavinin yönü belirlenebilecektir. Yine bu "düğüm" sayesindedir ki, özne jouissance'ına boğulmuş arzusunu fark edebilir, arzusuna isim verebilir, netleştirebilir ve arzusunun jouissance'tan ayrıştırılmasına giden yolu yürüyebilir. Semptom bir düğüm ise, analizde yapılan şey bu düğümü çözmek değil, olabildiğince açmak ve gevşetmektir ki, özne açılan boşlukta bilebilsin, seçebilsin ve var olabilsin. Analizin esas hedefi, bu düğümdeki jouissance'ın ne buyurduğunun, neye çalıştığının şifresini çözebilmektir.
Aktarımın Rolü: Bilgiye Duyulan Aşk
Analitik iyileşme ancak aktarımın varlığı ile mümkündür. Lacancı analizde ele alınan ve çalışılan aktarım, bilgi ile ilişkili bir aktarımdır. Bilgiye ilişkin bağ ve his, "bildiği varsayılan özneye" duyulan aktarım ile doğar. Lacan'ın deyişiyle, bir kişide bir bilgi var ise onu severim; yani, bildiğini varsaydığım sürece seveceğimdir. Psikanaliz sürecinde, analistin de işaret etmesiyle bu bilgi aşkı bilinçdışına yönelecektir. Serbest çağrışım ise bu bilginin ortaya çıkması ve hissedilmesi için tek yoldur. Özne analize ne kadar hazırlanıp gelirse gelsin, bu çizgiden sapacaktır; açılıp kapanan konular, duraksamalar, hınzır tebessümler, duygulanımlar, uçup giden kelimeler, unutmalar ve kendini hiç beklemediği bir konuşmada bulmalar ile aktarım ve serbest çağrışım, bilinçdışının etkisiyle yine orada olacaktır. Serbest çağrışım aktarımsız, dolayısıyla da bilinçdışı bilginin varsayımı olmadan analiz düşünülemez.
Travma ve Jouissance: Tekrarın Dinamiği
Analizin nasıl iyileştirdiğini ele alırken son olarak iyileşme ve travmayla ilişkisini ele almak gerekir. Freud'un tespit ettiği gibi, bilinçdışı formasyonlar olan semptomların oluşumunda temel bir travma söz konusudur. Freud, analizle semptomlara dair kazanımlar ve iyileşmeler meydana gelse de bir şeyin analize direndiğini ifade eder; buna fiksasyon, yani saplantı der. Lacan bu yorumu geliştirerek, ilerlemeye direnen bu şeyin jouissance olduğunu ifade eder. Bu saplantı, kişinin jouissance biçimiyle ilişkilidir. Semptom aslında bir jouissance'tır. Jouissance en temelde bir tekrar mekanizmasıyla ilintilidir; öznenin içinden bir türlü çıkamadığı, bilinçli olarak çıkmak istediği fakat bilinçdışında tekrar tekrar düştüğü bir kuyudur. Jouissance ile öznenin ıstırabı tekrar mekanizması yoluyla fikse kalır. Tüm bunların travma ile ilişkisi, öznenin jouissance'tan vazgeçmemesiyle ilgilidir. Özne tabii ki bu seçimi bilinçli bir şekilde yapmamaktadır. Analizin bizlere gösterdiği gibi, her tekrarın altında bilinçdışı vardır ve her daim jouissance içinde kalma ve ona geri dönme bilinçdışıyla ilgilidir. Her ne kadar travma ve darbesi dışarıdan gelen bir gerçeklik olsa da, kişinin bunu tekrar etmesi ve orada kalması içsel bir gerçekle ilgilidir. Bu ifadeler popüler söyleme terstir; zira özne travmanın mağdurudur, ona bir şey yapılmıştır. Fakat özne bu mağduriyetten çıkmalıdır. Hakiki çıkış yolu, dış gerçekliğin suçlanması, egonun ve savunma mekanizmalarının güçlendirilmesi değildir. Çıkış yolu, öznenin kendi payını bilinçdışı çalışılarak sorgulamasıdır. Özne, ancak bir soruyla karşılaşarak, bir soruya tekrar tekrar cevap vermeye çalışarak mağdur olduğu yerden çıkacaktır. Lacan bu bağlamda şöyle sorar: "Özne neden arzuladığı şeyi istemiyor?"
Sonuç: Konum Değişimi ve Yeni Bir Varoluş
Buradan yola çıkarak analizin neyden ve nasıl iyileştirdiği konusuna dönecek olursak: Analiz özneyi travmadan çekip alamaz, travmadan iyileştiremez. Analizde çalışılan, travma sonrasında öznenin bilinçdışı olarak kalmayı seçtiği konumdur. Travma bir gerçektir; gerçeğin darbesiyle açılan bir yaradır. Bu yaranın iyileştirilmesi öznenin sorumluluğundadır ve analizle dolaylı olarak çalışılan şey, öznenin bu yaraya dair donukluğudur. Analizdeki değişim esasında bir pozisyon değişikliği, bir konum değişikliğidir: donuk bir pozisyondan, arzulayan ve kendi sorumluluğunu alan bir pozisyona dair değişimdir bahsedilen iyileşme.
Son söz olarak, psikanalizin hedefi dışarıdan duyulduğunda şaşırtıcı gelse de, öznenin bölünmüşlüğüdür. Şayet bilinçdışı var ise, özne bölünmüş durumdadır; bir taraf bilen, diğer taraf ise bilinmez kalan. Hedef bunun üstünü kapatmak ve bilinmezi bilinir yaparak bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak değildir. Psikanaliz o açığı ve bölünmüşlüğü kapatmaz, travmanın açılan deliğini doldurmaya çalışmaz. Psikanaliz, özneyi semptomları aracılığıyla konuşturarak, konuşma ile jouissance'ı belirleyerek, özneyi jouissance'ında tutan bilinçdışı motivasyonun ne olduğunu ortaya çıkararak arzuyu içine düştüğü ağdan özgürleştirir. İşte tam da burası, iyileşmeden çok daha büyük bir kazanımdır. Bu, yeni bir varoluş, yeni bir nefes demektir. Özne artık ötekine odaklı bir pozisyondan çıkarak kendi içsel yaşamı merkezli bir pozisyona geçiş yapabilir. Artık "ötekinden dolayı" demeyi bırakarak, kendi arzusunun sorumluluğunu eline alabilir. Söz konusu bu arzu öznenin o güne kadar hiç de düşündüğü bir şey olmayabilir; analize gelene kadar aklından dahi geçmemiştir. Fakat özne o ise, onunla da baş etmek zorundadır. Ya gözünü kapatarak yaşamayı seçip, devekuşu misali yüzünü kuma gömer ya da eksiklikleriyle tam olmadan, arzusunu da sahiplenerek hayatına devam etme sorumluluğunu alır. Gerçek Lacancı psikanaliz için önemlidir; Lacancı psikanaliz boş hayal satmaz.
Bu makale, Psikanalist Zehra Eryörüğün 22.06.2025 tarihli, Tedavinin Yönü ve İlkeleri adlı konuşmasından yararlanılarak yazılmıştır

